15 Şubat 2015 Pazar

Minik Bir Valentine's Day Hüsranı



Oturduğum yerden onlarca bere görüyodum. Ponponlu, ponponsuz, yan, düz, kulaklı, kulaksız, iki kulaklı, kedili, mavi, beyaz..
Onlarca da deri ceket vardi. Bulunduğum yer, metrobüse bakan bir avm nin üst katı. Günlerden kutlu valentines day haftasi 14 şubat..

Deri ceketliler ponponlulari bekliyor, uzun süredir bekleyen ponponlular üşümenin asabiyetiyle deri ceketlilere telefonda çemkiriyordu. 

Elinde h&m poşetiyle 20 dk dır deri ceketli birini beklediğini tahmin ettiğim Merve ( kendisi, Merve isminin tüm özelliklerine sahip) deri ceketli Barbaros'u görünce tüm yıl ettiği "neden beni aramadın" kavgalarını unutup kırmızı gülünü aldi. Bu tek gülle, tek taşı da garantilediğine inanıyordu. 
Ayrıca tek bir kırmızı gül, özel gün kapitalizmine tepki olduğu gibi olaya da romantizm katar. 
Arkadan gelen " Merhabaaa ben Esma," Tanıştıriyim Esma, kuzenim" cümleleri Barborus'un yüzüne bakacak olursak, resmen parça tesirli bomba etkisi yarattı. 
Kırmızılı Valentine's Day ruhundan çıkıp, teyze kızıyla çay keyfi moduna geçmek takdir edersiniz ki kolay değildir. 
Barbaros hemen babanın radarlarından kaçmak için teyze kızı bahanelerini bilen, anlayışlı Türk erkeği bakışlarıyla durumu toparladı.
Sevgililer gününe yakışmayan on kusurlu hareketten birini sergiledi ve yılışık Amerikalı ergen pozlarında "Eeee, nereye gidiyoruz" diye sordu. 
Kendisini ilişkinin mimarı hisseden Esma, fırsatını bulmuş gibi sinemaya gitmek istediğini söyledi. 


Barbaros belki 3 kişilik sinema masrafının bir ailenin günlük mutfak masrafı olduğunu bildiğinden, belki sevgilisi ve onun teyze kızıyla romantik komedi izleme fikrinden, belki de sinema fobisi olduğundan teyze oğlunun ameliyatını hatırladı. 
Acil ona, telefon etmeliydi.. Belki gitmesi bile gerekebilirdi, daha önce söylemek istemişti ama fırsat bulamamıştı, bunun için çok üzgündü, mutlaka telafi edecekti, keşke gelebilseydi, evet o da tanıştığına çok ama çok memnun olmuştu, gidince haber verecekti..

Aldığı gülle yetinmek zorunda kalan bir Merve, elindeki h&m poşetiyle ne yapacağını bilemeyen bir Barbaros ve ilişkinin buldozeri Esma kafalarında deli sorularla diğer onlarca çift gibi kalabalığa karışarak metrobüsün yolunu tuttular..


Ben mi? Ben kalpler ve güllerden oluşan avm dekorunu yiyip, kendimi terastan atacakken telefon çaldı. Kuzenim bizdeymiş..

11 Şubat 2015 Çarşamba

Karla İmtihan



Kışı romantik buluyordum. Sabah kar fotoğraflarıyla takipçilerime günaydın dedikten sonra tumblr kızları gibi elimde kahvem, kazağın kollarını sonuna kadar çekmiş, kalorifer peteğine tünemiş kar yağışını izliyordum. 
Twitter'a "heyyooo kar yağıyoo" yazmış, instagrama kahve fotoğrafı koymuş, facebook'da ise karın anlam ve önemini belirten şair lafları paylaşmıştım. Sosyal medyanın tüm gerekliliklerini yerine getirmenin inancıyla keyfim yerindeydi.

Çünkü, ben tam bir sosyal medya kızıyım.
Gerektiğinde hükümeti kınar, gerektiğinde güzel havayı över, bayramlarda herkesi öper, hele de gece dışarı çıkmışsam timeline ım çöker.



Öğlene doğru halen romantiktim. Onlarca bardak kahve içip manzarayı izledim. 
Akşam kar botlarımı giyip, takipçilerime ne kadar fashion bir insan olduğumu hatırlattım. Bu havada şu dinlenir, bu izlenir bile dedim. Sıcacık evimizde olmak ile ilgili bir sürü güzel şey söyledim. Bi ara sıkıldım, facebook'dan eski sevgilime sebastianlı bir laf sokuşturdum. Diğer insanlara baktım, hepsinin fotoğraflarını likeladım. Ceren Uludağ'a gitmiş yaa çok kıskandım onu likelamadım. 
Arda'nın karda şarap keyfi fotoğrafına bakıp, kahve yerine şarap mı içseydim dedim. Daha mı çok like alırdı bilemedim. 
Son bir kitap fotoğrafı paylaşıp, herkese sıcacık geceler diledim. Yine  çok tatlıydım. Hava muhalefetinin ekmeğini sonuna kadar yemiş, hiç bir şeyi atlamamıştım. Pembe odamda huzurlu bir uykuya daldım. 



Sabah kalktığımda elektrikler yoktu, şarjım bitmiş, internet gitmişti. Canım sıkıldı, günaydın fotoğrafı paylaşamadım. 
Kar durmadan yağıyordu, twitterdan sövemiyor, facebook'da kendimi, canı sıkılmış hissediyor diye güncelleyemiyordum. Ev buz gibiydi ellerimi yıkasam donacak gibi oluyordum. Manzaraya baktım. Çirkin binalar, her yere parketmiş arabalar, üç beş de ağaç vardı. Kar bile güzelleştiremiyordu. Canım sıkıldı. 
Peynir ekmekle kahvaltı yaptım.
Dün aldığım macaronları daha instagrama koyamadan yedim. Gündem iki gündür kardı. Bir anda romatikligimi kaybettim. 
Kahverengi kazağımdan nefret etmiş, kahve içmekten midem bulanmıştı. 
Elektrikler gelince yapacağım ilk iş, "yaz gelsiiiiiiin" yazmak olacaktı. 

10 Şubat 2015 Salı

Gaziantep'de Bir Otel - Şirehan


Gaziantep ile ilgili yazılacak, söylenecek, yenilecek çok şey mutlaka gezin görün denilecek de çok yer var. O her tatil döneminde yapılan "Yaa aslında önce kendi ülkemizi gezmek lazım" "Şöyle bi doğu anadolu turu yapsak yaa" geyikleri aslında çok doğru. Hele ki söz konusu Antep ise İmam Çağdaş'da kebap yemek bile başlı başına bi yazı konusu :)
Ama ben Osmalı dönemi mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan ve 
Antep'in simgesi haline gelmiş bir otelden, Şirehan'dan bahsetmek istiyorum. 



Otel aslında 1885 yılında Halep Valisinin halktan alınan vergilerle inşa ettiği bir han. İlginç olan kısmı o dönem vergi veremeyen insanlar inşaatında çalışması, çalışamayacak durumda olanların ise hanın inşaası süresince gelip dua ederek destek vermesi istenmiş. Dikkat ettiyseniz bu yüzyılda devletin duamıza ihtiyacı olmadığından güzel güzel vergilerimizi ödüyoruz :)


Kesme taşlardan kare şeklinde planlanan han, ipek yolu üzerinde bulunduğundan uzun yıllar boyunca kervansaray olarak kullanılmış. 
Gaziantep'den Kore'ye kadar uzanan  yolda en büyük kervansaray olmak gibi de bir ünvanı var. 



2013 yılındaki restorasyon çalışmaları sonucu Mayıs ayında otel olarak hizmete girmiş. 



Otele girer girmez, gerçekten tarihi bir yerde konakladığınızı hissediyorsunuz. O anlamda aslına sadık kalarak düzenlediklerini söyleyebilirim. 


Odaların avluya baktığı, koridorlarında güvercinlerin uçuştuğu, daracık merdivenlerinden düşmemek için dua ederek indiğiniz, her köşesini müze gibi gezmek isteyeceğiniz son derece mistik bir otel. Tam da bu sebepten bir çok diziye ev sahipliği yapmış. Televizyonla aranız iyiyse kesin bi yerlerden tanıdık gelicektir. 




Ben Antep'e bir çok kez gittiğim için bütün gün otelde gezip o döneme ait eşyaları, antika dikiş makinalarını, daktiloları, ütüleri filan inceledim :) 
Tıpkı bir Antep'li gibi bütün gün çay içip avlusunda kitap okudum. 



Tabii ki bir otel için Antep'e filan gidilmez ama küçük bir tatilinizde olur da Antep'e gelirseniz burada kalın. Bol bol çay için. Kuru dolma yiyip çok mutlu olun :))


4 Şubat 2015 Çarşamba

Kendinden Bahsetmeyi Sevmeyenler


"Ben kendimden bahsetmeyi sevmem" 
Bu cümlenin yaklaşık dört buçuk saat boyunca dinleyeceğim safra kesesi ameliyatının ilk cümlesi olacağını henüz bilmiyodum. 
Belki de daha siparişlerimizi verirken anlamalıydım.  
Kahvesini mutlaka yağsız süt ve yarım şekerle içiyordu. Garsonlar ve yan masa da dahil olmak üzere hepimiz hayatımızın geri kalanında ona kahve yapacak bilgi donanımına artık sahiptik. 
Elimdeki bu gereksiz bilgiyle ne yapacağımı bilemediğimden, "şekeri bırakmak lazım yaaa" diye ortalama muhabbet düzeyinde bir cümle kurdum. Siz olsaydınız "tabii canım, çok zararlı" derdiniz biliyorum. En fazla kanser hücrelerinden bahseder tadımızı kaçırırdınız. Ama o, bunu söylemedi. O an dünyada en çok duymak istediğim o destek cümlesi yerine, şekerin safra kesesine zararı konulu mini bir konferans verdi. Bugünden sonra garson, yan masa ve ben yerini bi türlü anlayamadığımiz safra kesemizi korumak için şekere savaş açacaktık.
Kurduğum cümleler, muhabbetin bitmesine hizmet etmek yerine beni, safra kesesi ameliyatına daha da yaklaştırıyordu. Artık, yapacak hiç bişeyim kalmamiştı.
Yan masadakilerden özür dileyip, gerektiğinde şaşırmak, gerektiğinde "cık cık cık" demek üzere konuya odaklandim. 
Toplam 45 dakika süren bir operasyonu dört buçuk saatin sonunda bitirdiğinde yan masa tahliye edilmiş, garsonlar ise göz temasından kaçınır hale gelmişti. Galiba kimse, onun salatasını nasıl yediğini bilmek istemiyordu..

Artık, safra kesesini cok iyi tanıyordum ama bu gereksiz kese onu sevmem için yeterli gelmiyordu. Arada bir, insan sevmenin önemini kendime hatırlatıyor, karşımda saatlerdir susmadan konuşan bu insanda sevilecek bi taraf bulmaya çabalıyordum. 
Ama, evet o kendinden bahsetmeyi sevmezdi.
Belki de kendinde bahsedecek bir şey bulamıyordu.

Onun en kötü huyu herkesi kendi gibi sanması, hayatta en sevmediği şey yalan, en tahammül edemediği şey ise haksızlıktı. Peki en sevdiği özelliği neydi sizce? 
Tabii ki dürüstlüğü. 
Herkes gibiydi. Bildiğimiz, tanıdığımız herkes gibi.. 
Kendinden bahseden, edemeyen herkes gibi..
Tam da bu yüzden, bahsedecek bişeyi olmadığını bildiğinden, safra kesesinden bahsediyordu. 

Bir anda onu çok sevdim.
Hakikatten de dürüst kızmış doğrusu, hiç kendinden bahsetmedi. 

2 Şubat 2015 Pazartesi

Dünyanın İlk Tapınağı Urfa/Göbeklitepe

Urfa'ya yolum düştüğümde ilk aklıma gelen dünyanın ilk tapınağının bulunduğu Göbeklitepe'yi ziyaret etmek oldu. Neolitik döneme ait olan bu tapınağın Mısır'daki piramitlerden bile 7500 yıl eski olduğunu öğrenince heyecanım daha da arttı. Örencik Köyü yakınlarında olan Göbeklitepe şehir merkezinden arabayla yaklaşık 40 dakika uzaklığında.
Sabahın erken saatlerinde yola koyulduk. Tepeyi çıkarken ilk dikkatimi çeken şey yol boyunca hic bir yerlesim biriminin olmayisiydi. 12.000 yıl önce insanlar ibadet etmek için günlerce yol yürüyerek buraya gelmiş olmalıydı. 


Tarlasını süren bir köylünün bulduğu oymalı taşı müzeye götürmesiyle farkedilen Göbeklitepe'de kazı çalışmaları 1995 yılında başlamış. Bölgede yaklasık 20 tapınak tespit edilmis ancak yalnızca 6'sı çıkartılabilmiş. Tapınak, insanlari temsil ettiği düşünülen T biçimindeki sütunlardan oluşuyor. Sütunlarin üzerinde insan ve akrep, tilki, akbaba, yılan gibi hayvan figürlerinin kabartmaları var. Kimi arkeologlara göre bu figürler ibadet için gelen kabilelerin sembolleri. 
Bazi kabartmalarda akbaba gibi yırtıcı hayvanlarin insanları yediği görülüyor.  Kimi arkeolog ise bunu Şamanizm'de var olan "güneşe gömme geleneği" olarak açıkliyor. Yani ölen kişilerin açık havaya bırakılarak, yırtıcı hayvanlara sunulması.


Sütunlarin birinde rastlanan aslan figürü ise arkeologlara neolitik dönemde aslanların anadolu'da yaşamış olabileceğini düşündürtüyor. 



Tapınağın yapımı sırasında, 50 - 60 ton ağırlığındaki bu sütunların 2 kilometre uzaklıktaki dağlık bölgelerden taşınmış olduğunu öğrenince çok şaşırıyorum.


Şansımıza o gün Göbeklitepe'deki kazı çalışmalarının başkanlığını yürüten Prof. Dr. Klaus Schmidt'de oradaydı. Kendisini tanımadığımız için sıradan bir turist rehberi zannediyor, sürekli soruyorduk. Bizi kırmayarak, tapınak hakkında epey bilgi verdi. Örneğin; tapınak zemininin su geçirmeyecek şekilde yapılmasına özen gösterildiği için, arkeologlar burada bir takım ayinler düzenlenmiş olabileceğini düşünüyorlarmış. 




Tüm bilinmezliği ve gizemini koruyan bu tapınaklar, arkeologların dolduramadığı boşlukları sizin hayalgücünüze bırakıyor
dönemdeki insanların ibadet ve inanç ihtiyaçlarını görebilmek açısından ise oldukça etkileyici olan Göbeklitepe 2011 yilinda Unesco Dünya Mirası Geçici Listesine girmiş. 


Sizin de bir gün yolunuz düşer mi bilinmez ama imkanınız varsa denk düşürün derim.