13 Aralık 2015 Pazar

Çekilmiş Fotoğraflar


Selam. 
Ot Dergi okurları, Rewhat'ı bilirler. Kendisi her ay "Çekilmemiş Fotoğraflar" adlı köşesinde anılarına yer etmiş kareleri çizgiye döker. Böylece o "an"lar bir fotoğraf karesinde olmasa bile muhteşem çizgilerde ölümsüzleşir. 
İlk okuduğumdan beri kafama takıldı bu "Çekilmemiş Fotoğraflar" cümlesi. Sahi, hepimiz biraz da o yüzden kayıt altına almak istemiyor muyuz her anı.
Gittikçe bir öncekinden daha balık hafızalı, daha duyarsız, fotoğraf çekmekten yaşadığı anı ıskalayan nesiller olduğumuz için her dakikamız belgelensin istiyoruz. Yaşamayı unuttuğumuz anları belki o fotoğraf karesine bakarak anımsarız diye. 

2 ay önce Antep'de çekmiştim bu fotoğrafı.  Bana kalsa 2 gün önceydi. Zaman bu kadar hızlı giderken, galiba çok az şey yanımıza kar kalacak gibi. 
Kendisi, "Çekilmiş Fotoğraflar" kategorisine girip, yaşarken ıskaladığım ama bakınca içimi ısıtan karelerden. 

O günün sabahı hasta ve umutsuz uyandım. Hayatımdaki hiç bir seyden memnun değildim. Hani olur ya, bütün terslikler hep seni bulur, duşa girecekken sular kesilir, tuttuğun takım yenilir, <3 Beşiktaş, kaban giyersin güneş açar, fön çektirirsin yağmur yağar, son sigaran tersten yanar. Bi an durup yukarı bakmak ve "hocam ama siz de hep beni görüyorsunuz" demek istersin. Henüz tam olarak delirmediğin için demezsin. 
Bu hissiyatla hayat geçmez..
Uyursun. 
İnsanda teletabi coşkusu yaratan gereksiz neşeli güneşe inat 
Uyudum. 
Öğlene doğru telefonun çalışına uyandım. "Hadi kalk bak hava ne kadar guzel. Koskoca gunu uyuyarak mi oldureceksin gercekten" diyordu karşıdaki  ses. 
İyi ki o sesi dinledim ve attım kendimi sokaklara. İyi ki o günü dibine kadar yaşadım, fotoğrafladım.



Yürüye yürüye Antep'in eski bir mahallesine gittim. Evlerin fotoğrafını çekmeme  anlam veremeyen ufak bi çocuk geldi yanıma " Niye bunu yapıyorsun ki. Saçmadır" dedi gitti. Sonra meydandaki kahvede oturan amcaları "karagül" dizisiyle bir alakam olmadığına ikna ederken çok güldüm. İnanmadılar birlikte selfie çektik. Yol üstünde bi antikacıya denk geldim. Anı olsun diye komik bir saat aldım. 
Saatten daha güzel bir anıya tam dönüş yolunda rastladım. 

Eski bi arabanın tepesine çıkmış, şarkıcılık oynuyorlardı. Beni biraz yabancı görünce sordular 
"Abla sen İstanbul'dan mı gelmişsin?"
"Evet"
"Hadise'yi tanır mısın, hani şarkıları var ya hani, bilirsin?"
"Televizyondan tanıyorum ben de sizin gibi" 
Kıkırdamaya başladılar bir anda 
"Annem de İstanbul'a giden şarkıcı oluyor demişti. Yalan demiş, sen olamamışsın" 
Fıkra gibi çocuklardı işte. 
Yoksul çocuk edebiyatı yapmak istemem. Çocukluk yoksulluktur zaten. Hep bir şeylerden yoksunsundur. Hep bir şeyler kısıtlıdır. O yüzden de yaratıcıdır ya çocuklar. Bunlar da öyleydi. Sınırsız hayal güçleri ve tüm yoksunluklarıyla parayla dönen bir evrene inat kendi evrenlerindeydiler. O araba sahne onlar da pop stardı. Var mı sakıncası?