24 Kasım 2015 Salı

Bir Ayı Hikayesi: Yogi



Kendiyle ilgili durduk yere detay veren insanlardan hiç hoşlanmıyorum doğrusu. Sanki birlikte yaşlanacakmisiz gibi "ben bordoya bayılırım, pırasa asla yemem, deniz olmayan yerde yaşayamam" tarzı milyon tane özelliğini laf arasına sıkıştırıp beyin yakan tiplerin kendini gereğinden fazla ciddiye aldığını düşünürüm. Bunu düşünmekle kalmayıp okuyan üç beş kişiyle de paylaştığıma göre beni de o kefeye koyabilirsiniz. Kabul. 

Ayni ortamı paylastigim icin sürekli neleri sevip neleri sevmediğini öğrenmek zorunda kaldığım bir arkadaşım vardı. Kendisiyle ilgili öğrendiğim son şey küçükken babasının aldığı oyuncak ayıyı nereye gitse taşıdığı, o olmadan uyuyamadığıydı. Bu anlamsız detaya hunharca gülünce bir daha aranmamakla cezalandırıldım. Ne biliyim şimdi otuz yaşındaki bir kadının oyuncak ayıyla uyuması da nerden baksanız komik.

Üzerinden yıllar geçti. Hala bordoya bayılıyor mu bilmiyorum ama ne zaman oyuncak ayı görsem pis pis gülerek hatırlarım kendisini. 
Mesela bazı insanların da bana ayni konudan dolayı gülecek olması. Evet asıl komik olan buydu. 

Annemin tozlanmış bu takıntısına maruz kalıp makinaya atılarak en yüksek derecede yıkanan sonra da kulaklarından ipe asılarak kurutulan, tüyleri fazla yıkanmaktan tiftiklenen, içindeki pamuklar tek bir tarafa toplandığı için şekli şemali kayan, ergenlik buhranında "çocuk odası mı bu" diyerek evin ücra köşelerinde yaşlanmaya mahkum edilen "Yogi". Tamamen oyuncak, tamamen türünün en adi örneği.
23 yıldır taşındığımız her eve benimle gelmeyi başarmış, bir çok fotoğrafıma konu olmuş, arada bir yastık olarak kullanılmış, çocukken matematik dersi anlatılmış. Her şeyi geçtim bir çok canlının onun kadar ömrü olmamış. 
Sen komşunun 3 yaşındaki torunu gel Yogi'yi al git. Olacak iş değil. 
Ev halkının benden beklentisi gittiği yerde mutlu olmasını dilemem yönünde olsa da ben garip bir şekilde sinirlendim, gözlerim doldu, çocukluğumdan kalan en büyük parça gitmiş gibi hissettim. 
Bir süre aile içi sevimsiz esprilere maruz kaldım ve daha ne kadar dalga geçebilirler ki deyip Yogi'yi geri almak için daire 9'un kapısını çaldım. 



Eve girer girmez Umutcan'ı salonun ortasında Yogi'nin kulaklarını çiğnerken görünce ufak çaplı bir kalp spazmı geçirsem de belli etmedim. 
Tıpkı bir yetişkin taklidi yaparak pasta kremasına bulaşan böreğimi yedim. 

"Oooo Umutcan oyuncak ayın ne güzelmiş öyle senin mi?"

"Hihihihi seninmiş küçükken ama sen büyüdün diye bana vermişsin beni çok sevdiğin için" 

"Hmmm.. Di mi, doğru.."

Lafa Umutcan'ın anneannesi girdi.
" Çok teşekkür ederiz ablası. O kadar oyuncağı var Umutcan bi tek onla uyuyor. Geçen makinaya attım yıkansın diye kurumasını bekleyemedi baktım yine almış onla uyumuş"

Bir anda içim sıcacık oldu. Sanki oraya, o eski oyuncağı geri almak için gelen koca insan ben değildim. Azıcık utandım, bir şey diyemedim. 
Giderken Umutcan'a sıkı sıkı sarıldım. 

"Bi tane pembe filim var az yıkanmış onu da ister misin?" 







21 Kasım 2015 Cumartesi

Asansör Gerginliği



Merhaba birbirine selam vermeyen insanlar, merhaba nezaketten yoksun büyüyenler ve merhaba kendi kendine gülene deli diyenler.

İstanbulluların mahalleden rüya yasam evleri, orkide rezidansları ya da bilmem ne konaklarına göçü kolay olmadı tabii ki. Zaman içerisinde yan komşuyu şortla havuzda görmeye bile alıştık ama şu asansör kullanmaya adapte olamadık. Bakın asansör kullanmak diyorum çünkü olaya ciddiyet katmam lazım. 

Yan komşuların sapık, katil ya da şizofren olduğuna inanılan bir dönemde yaşadığımızı biliyorum. Mesela Kabataş'da yürürken aniden karşınıza deri kıyafetli adamlar çıkıp üzerinize işemek isteyebilir. O denli ütopik bir ülkeyiz. Bu yüzden  asansörde her gördüğümüze günaydın diyemeyiz. 

Sabahın köründe 4 kişilik asansöre binmeye çalışan 5 kişiydik. Bir de çocuk.  Daracık alanda birbirine sebepsizce uyuz olan beş kişi. "Günaydın" 
Kimseden ses yok. Asansörün ağırlık sebebiyle ötmesini umursamıyoruz. 
"Sanırım sizin inmeniz gerek beyefendi. Taşımayacak" 
Kimseden ses yok. 
"Bir adım geri gelin bence"
Ses yok.
Kendi aralarında sıkışmalar, inip tekrar binmeler derken çeşitli kombinasyonlarla tekrar yerleşildi ve asansör hareket etti. 
Suratlar hala asık. 
Ondördüncü kattan inmeye çalışıyoruz, yolumuz uzun. 
Kimse göz göze gelmemeye çalışıyor. 
Garip bir tedirginlikle saate bakmaya calışmalar, telefonun tuş kilidini açıp kapamalar, tavana bakanlar derken yanımdaki öksüren ufakliğa dönüyorum. 
"Hasta mı oldun, gecmiş olsun" 
"Tam beş gün okula gitmedim. Çok kusmuştum da, bir de ishaldim biliyomusun "  mahçup mahçup kıkırdıyor. 
Ben de gülüyorum. Herkes gülüyor. 
Suratsız kadın "salgın var" diyor. Takım elbiseli adam "dikkat etmek lazım" diyor. Bir başkası "bol bol c vitamini" tavsiye ediyor.  İndiğimizde herkes birbirine iyi günler diliyor. 

Çocuklar böyledir. Yetişkin birine günaydın diyemezken, çocuklara gülümseyebilirsiniz. 
Bazen düşünüyorum. Büyüdükçe çirkinleşiyoruz. Koca yetişkinler göz göze gelemezken, ufacık bir çocuktan konuşmayı öğreniyoruz.