13 Aralık 2015 Pazar

Çekilmiş Fotoğraflar


Selam. 
Ot Dergi okurları, Rewhat'ı bilirler. Kendisi her ay "Çekilmemiş Fotoğraflar" adlı köşesinde anılarına yer etmiş kareleri çizgiye döker. Böylece o "an"lar bir fotoğraf karesinde olmasa bile muhteşem çizgilerde ölümsüzleşir. 
İlk okuduğumdan beri kafama takıldı bu "Çekilmemiş Fotoğraflar" cümlesi. Sahi, hepimiz biraz da o yüzden kayıt altına almak istemiyor muyuz her anı.
Gittikçe bir öncekinden daha balık hafızalı, daha duyarsız, fotoğraf çekmekten yaşadığı anı ıskalayan nesiller olduğumuz için her dakikamız belgelensin istiyoruz. Yaşamayı unuttuğumuz anları belki o fotoğraf karesine bakarak anımsarız diye. 

2 ay önce Antep'de çekmiştim bu fotoğrafı.  Bana kalsa 2 gün önceydi. Zaman bu kadar hızlı giderken, galiba çok az şey yanımıza kar kalacak gibi. 
Kendisi, "Çekilmiş Fotoğraflar" kategorisine girip, yaşarken ıskaladığım ama bakınca içimi ısıtan karelerden. 

O günün sabahı hasta ve umutsuz uyandım. Hayatımdaki hiç bir seyden memnun değildim. Hani olur ya, bütün terslikler hep seni bulur, duşa girecekken sular kesilir, tuttuğun takım yenilir, <3 Beşiktaş, kaban giyersin güneş açar, fön çektirirsin yağmur yağar, son sigaran tersten yanar. Bi an durup yukarı bakmak ve "hocam ama siz de hep beni görüyorsunuz" demek istersin. Henüz tam olarak delirmediğin için demezsin. 
Bu hissiyatla hayat geçmez..
Uyursun. 
İnsanda teletabi coşkusu yaratan gereksiz neşeli güneşe inat 
Uyudum. 
Öğlene doğru telefonun çalışına uyandım. "Hadi kalk bak hava ne kadar guzel. Koskoca gunu uyuyarak mi oldureceksin gercekten" diyordu karşıdaki  ses. 
İyi ki o sesi dinledim ve attım kendimi sokaklara. İyi ki o günü dibine kadar yaşadım, fotoğrafladım.



Yürüye yürüye Antep'in eski bir mahallesine gittim. Evlerin fotoğrafını çekmeme  anlam veremeyen ufak bi çocuk geldi yanıma " Niye bunu yapıyorsun ki. Saçmadır" dedi gitti. Sonra meydandaki kahvede oturan amcaları "karagül" dizisiyle bir alakam olmadığına ikna ederken çok güldüm. İnanmadılar birlikte selfie çektik. Yol üstünde bi antikacıya denk geldim. Anı olsun diye komik bir saat aldım. 
Saatten daha güzel bir anıya tam dönüş yolunda rastladım. 

Eski bi arabanın tepesine çıkmış, şarkıcılık oynuyorlardı. Beni biraz yabancı görünce sordular 
"Abla sen İstanbul'dan mı gelmişsin?"
"Evet"
"Hadise'yi tanır mısın, hani şarkıları var ya hani, bilirsin?"
"Televizyondan tanıyorum ben de sizin gibi" 
Kıkırdamaya başladılar bir anda 
"Annem de İstanbul'a giden şarkıcı oluyor demişti. Yalan demiş, sen olamamışsın" 
Fıkra gibi çocuklardı işte. 
Yoksul çocuk edebiyatı yapmak istemem. Çocukluk yoksulluktur zaten. Hep bir şeylerden yoksunsundur. Hep bir şeyler kısıtlıdır. O yüzden de yaratıcıdır ya çocuklar. Bunlar da öyleydi. Sınırsız hayal güçleri ve tüm yoksunluklarıyla parayla dönen bir evrene inat kendi evrenlerindeydiler. O araba sahne onlar da pop stardı. Var mı sakıncası? 


24 Kasım 2015 Salı

Bir Ayı Hikayesi: Yogi



Kendiyle ilgili durduk yere detay veren insanlardan hiç hoşlanmıyorum doğrusu. Sanki birlikte yaşlanacakmisiz gibi "ben bordoya bayılırım, pırasa asla yemem, deniz olmayan yerde yaşayamam" tarzı milyon tane özelliğini laf arasına sıkıştırıp beyin yakan tiplerin kendini gereğinden fazla ciddiye aldığını düşünürüm. Bunu düşünmekle kalmayıp okuyan üç beş kişiyle de paylaştığıma göre beni de o kefeye koyabilirsiniz. Kabul. 

Ayni ortamı paylastigim icin sürekli neleri sevip neleri sevmediğini öğrenmek zorunda kaldığım bir arkadaşım vardı. Kendisiyle ilgili öğrendiğim son şey küçükken babasının aldığı oyuncak ayıyı nereye gitse taşıdığı, o olmadan uyuyamadığıydı. Bu anlamsız detaya hunharca gülünce bir daha aranmamakla cezalandırıldım. Ne biliyim şimdi otuz yaşındaki bir kadının oyuncak ayıyla uyuması da nerden baksanız komik.

Üzerinden yıllar geçti. Hala bordoya bayılıyor mu bilmiyorum ama ne zaman oyuncak ayı görsem pis pis gülerek hatırlarım kendisini. 
Mesela bazı insanların da bana ayni konudan dolayı gülecek olması. Evet asıl komik olan buydu. 

Annemin tozlanmış bu takıntısına maruz kalıp makinaya atılarak en yüksek derecede yıkanan sonra da kulaklarından ipe asılarak kurutulan, tüyleri fazla yıkanmaktan tiftiklenen, içindeki pamuklar tek bir tarafa toplandığı için şekli şemali kayan, ergenlik buhranında "çocuk odası mı bu" diyerek evin ücra köşelerinde yaşlanmaya mahkum edilen "Yogi". Tamamen oyuncak, tamamen türünün en adi örneği.
23 yıldır taşındığımız her eve benimle gelmeyi başarmış, bir çok fotoğrafıma konu olmuş, arada bir yastık olarak kullanılmış, çocukken matematik dersi anlatılmış. Her şeyi geçtim bir çok canlının onun kadar ömrü olmamış. 
Sen komşunun 3 yaşındaki torunu gel Yogi'yi al git. Olacak iş değil. 
Ev halkının benden beklentisi gittiği yerde mutlu olmasını dilemem yönünde olsa da ben garip bir şekilde sinirlendim, gözlerim doldu, çocukluğumdan kalan en büyük parça gitmiş gibi hissettim. 
Bir süre aile içi sevimsiz esprilere maruz kaldım ve daha ne kadar dalga geçebilirler ki deyip Yogi'yi geri almak için daire 9'un kapısını çaldım. 



Eve girer girmez Umutcan'ı salonun ortasında Yogi'nin kulaklarını çiğnerken görünce ufak çaplı bir kalp spazmı geçirsem de belli etmedim. 
Tıpkı bir yetişkin taklidi yaparak pasta kremasına bulaşan böreğimi yedim. 

"Oooo Umutcan oyuncak ayın ne güzelmiş öyle senin mi?"

"Hihihihi seninmiş küçükken ama sen büyüdün diye bana vermişsin beni çok sevdiğin için" 

"Hmmm.. Di mi, doğru.."

Lafa Umutcan'ın anneannesi girdi.
" Çok teşekkür ederiz ablası. O kadar oyuncağı var Umutcan bi tek onla uyuyor. Geçen makinaya attım yıkansın diye kurumasını bekleyemedi baktım yine almış onla uyumuş"

Bir anda içim sıcacık oldu. Sanki oraya, o eski oyuncağı geri almak için gelen koca insan ben değildim. Azıcık utandım, bir şey diyemedim. 
Giderken Umutcan'a sıkı sıkı sarıldım. 

"Bi tane pembe filim var az yıkanmış onu da ister misin?" 







21 Kasım 2015 Cumartesi

Asansör Gerginliği



Merhaba birbirine selam vermeyen insanlar, merhaba nezaketten yoksun büyüyenler ve merhaba kendi kendine gülene deli diyenler.

İstanbulluların mahalleden rüya yasam evleri, orkide rezidansları ya da bilmem ne konaklarına göçü kolay olmadı tabii ki. Zaman içerisinde yan komşuyu şortla havuzda görmeye bile alıştık ama şu asansör kullanmaya adapte olamadık. Bakın asansör kullanmak diyorum çünkü olaya ciddiyet katmam lazım. 

Yan komşuların sapık, katil ya da şizofren olduğuna inanılan bir dönemde yaşadığımızı biliyorum. Mesela Kabataş'da yürürken aniden karşınıza deri kıyafetli adamlar çıkıp üzerinize işemek isteyebilir. O denli ütopik bir ülkeyiz. Bu yüzden  asansörde her gördüğümüze günaydın diyemeyiz. 

Sabahın köründe 4 kişilik asansöre binmeye çalışan 5 kişiydik. Bir de çocuk.  Daracık alanda birbirine sebepsizce uyuz olan beş kişi. "Günaydın" 
Kimseden ses yok. Asansörün ağırlık sebebiyle ötmesini umursamıyoruz. 
"Sanırım sizin inmeniz gerek beyefendi. Taşımayacak" 
Kimseden ses yok. 
"Bir adım geri gelin bence"
Ses yok.
Kendi aralarında sıkışmalar, inip tekrar binmeler derken çeşitli kombinasyonlarla tekrar yerleşildi ve asansör hareket etti. 
Suratlar hala asık. 
Ondördüncü kattan inmeye çalışıyoruz, yolumuz uzun. 
Kimse göz göze gelmemeye çalışıyor. 
Garip bir tedirginlikle saate bakmaya calışmalar, telefonun tuş kilidini açıp kapamalar, tavana bakanlar derken yanımdaki öksüren ufakliğa dönüyorum. 
"Hasta mı oldun, gecmiş olsun" 
"Tam beş gün okula gitmedim. Çok kusmuştum da, bir de ishaldim biliyomusun "  mahçup mahçup kıkırdıyor. 
Ben de gülüyorum. Herkes gülüyor. 
Suratsız kadın "salgın var" diyor. Takım elbiseli adam "dikkat etmek lazım" diyor. Bir başkası "bol bol c vitamini" tavsiye ediyor.  İndiğimizde herkes birbirine iyi günler diliyor. 

Çocuklar böyledir. Yetişkin birine günaydın diyemezken, çocuklara gülümseyebilirsiniz. 
Bazen düşünüyorum. Büyüdükçe çirkinleşiyoruz. Koca yetişkinler göz göze gelemezken, ufacık bir çocuktan konuşmayı öğreniyoruz.  

8 Ekim 2015 Perşembe

Bir Günlüğüne Hindu Olmak


Merhabalar.

Bir sebepten ki bu iş oluyor, Hindistan'dayım. Nasıl gidilir, ne yenilip içilir, nerelerde gezilir kısımları ınternette zaten bolca mevcut. Bir de ben yiyip içip yatan tarzda bir turist olduğum için insanlar nasıl geçti dediklerinde söyleyecek pek bir şeyim olmuyor. Ben yine merak edip gitmezdim ama yolda geçerken gördüğüm bu tapınaklar inanılmaz ilgimi çekti. Hinduizmden tek anladığı " ineklere tapıyorlar haha" olan bir insan olarak bir kaç tanesini gezip, anlamaya çalıştım. Anladıklarımı da aktarmaya çalışacağım. Böyle bir döngü işte :)



      Öncelikle bazı tapınaklara Hindu değilseniz giremiyorsunuz. Girebildiklerinizde de eğer derdinizi anlatamazsanız kendi ritüellerini uygulatmaya çalışıyorlar. Tabii bunu geç farkettiğimiz için garip bir takım şeyler yemek, içmek, kasımıza gözümüze boya sürülmesine maruz kaldık :)


Birden fazla kolu olan fil-insan karışımı bir tanrıya dua etmeye çalışmak, yüzünüze kutsal su atarlarken gülmemek kendinizi tutmak biraz zor ama inanmasanız da din bu. Dalga geçtiğinizi anlarlarsa çok bozuluyorlar.





 Hinduizm yaklaşık 900 milyon insanın inandığı dünyanın en büyük üçüncü diniymiş. Bilinen bir kurucusu ya da başlangıcı yok. Bütün dini öğretilerde olduğu gibi hindularda da sevgi, şiddetten kaçınma ve doğru insan olmak öncelikli. Reenkarnasyon ve karmaya inanıyorlar. Hindulara göre ruh ölümsüzdür ve tekrar tekrar dünyaya gelir taa ki ruhun terbiye olana kadar. Buna da nirvanaya ulaşmak denir. Bu durumda bizler hala 2015 in cehennem dünyasında yaşadığımıza göre henüz arınamamış, efendi olmayan ruhlarızdır. Evet devam ediyorum. Yani Hindu inancına göre şu an sefil bir hayat yaşıyorsanız bunun nedeni bir önceki yaşamınızda tam bir şerefsiz olmanızdan dolayıdır. Biraz karışık farkındayım ama iyi ve doğru bir insan olursanız bir sonraki hayatınızda daha iyi mevkilerde olacaksınız efendim..






Shiva, brahma, vishnu, rama, krishna benim en çok rastladığım tanrılardı. Yalnızca tanrılar değil güneş, ay, ağaçlar ya da hayvanlar gibi ruhu olduğuna inandıkları bir çok şeye de tapiyor bunlar için törenler hazırliyorlar. Bu dinin bazı mensupları inekleri kutsal saydığı ve yaşayan bir canlının hayatını tanrıdan başkasının alamayacak olmasına inandıkları için kesinlikle et yemiyor. Ölü yakma törenlerinin sebebi dünyayı kirletmemekmiş. Hindu felsefesi ve Hint mitolojisi oldukça derin bir konu aslında. Bir çok filozafa ve dünyada bir çok akıma fikir vermiş mistik bir din. Benim gördüğüm kadarıyla oldukça renkli tapınaklar, bol bol çiçek, dans, şarkı ve su var :)
Kendimi misyoner gibi hissettim. Kisa kesiyorum. Nirvana'da bulusmak üzere :)

 
 
 

31 Ağustos 2015 Pazartesi

Kedi İle Fare Meselesi

Kitabı kapatırken "Ve kedi, fareyi yemiş.." dedim.

"Hayır, öyle olmamıştır. Belki, gökten bi peri gelip fareyi de kedi yapmıştır. Sonra evlenmişlerdir.." diye itiraz etti.

Normal ruh sağlığındaki insanlar, 7 yaşındaki bi çocukla tartışmazlar ama ben o seviyeye henüz eşirememiştim.

Tanıştırıyım. İsmi Bilun. 7 yaşında. Hobileri arasında perili çizgi fimler izlemek, çilekli bi çok şey ve pembenin her tonu var. Hafta boyunca pembe sırt çantasıyla okula gider. Cuma akşamından ödevlerini bitirir, pazar akşamı tırnaklarını keser ve bir saat geç yatmak için yalvarır. Olabilecek en düz şekliyle kız çocuğudur. 



Dünyadaki bütün canlıları seven, hümanistliğin sınırlarını zorlayan bu Barbie kafali çocuğa aslında tahamül edemeyebilirdim. Çünkü hayatı, bu kadar saf bir insanla yaşamak zordur. Ama çocuklar insanı büyüler, şans birakmaz.

Büyümek sanırım en kaba tabiriyle çürümek benim icin. Hayat, siz ne kadar direnseniz de çocuk kalan yerlerinizden başlıyor sizi kemirmeye. 
Bu yüzdendir ki eğer 7 yaşında değilseniz her şeyi sevemiyorsunuz. 

" Ben her seyi seviyorum ama. " 
" Saçmalama lütfen Bilun. İstesen de her şeyi sevemezsin. Mesela fare, fotoğrafını görünce bile korkmuştun."
" Masallarda olunca severim. Onla ilgili bi masal vardı. Kahramandı fare." 

Fareden kahraman olmaz dediysem de, hakkaten de farenin kahraman olduğu bi kitap bulup getirdi. Farenin konuştuğu yerlerde sesimi fare gibi yapmamı emretti. Prenses tribine takılmadım, başladım okumaya. 

Son zamanlarda elimi attığım her konuda haksız çıkmayı başarıyordum. Ama bu kez bir fare karşısında yenik düşmeyecektim. Bir dolu kahramanlıkla gözümüzü boyamasina izin vermeyecektim alçak farenin. 
Tüm farelerin soyunu tüketemesem de en azından bu hikayedekini ufak bir değişiklikle kediye meze yapabilirdim. Hatta yanına bi ufak rakı da olurdu ama malum 7 yaşında bi çocuğun kitabına alkollü ürün yerleştirme yapamazsınız. 

"... ne evlenmesi Bilun ya fareyi yedi diyorum." 
"Onun sonu öyle değil bi kere. Ben önceden okumuştum" 
"Yine mi haksızım yani?"
" Evet"

Gökten bir peri inip bana akıl bahşetmedikçe, haksız olmaya devam edecektim..





22 Ağustos 2015 Cumartesi

Çocukluk Hezeyanları 2- Yıkılgan



Bir pazar sabahı tüllerin neden üst kısmının lekesinin çıkmadığını sorgulayan reklam silsilesiyle uyandım. Gözümün çapağını silmeden elime uzatılan parayla rutin bakkal alışverişini yapmak zorundaydim. Bakkala gidip eve döndüğümde, Michelin lastik kalınlığında kesilmiş salamı kapının önünde düşürdüğümü, kedinin yalanmasıyla farkettim. Olsun, benden değerli değildi ya.. Kahvaltıyı takiben, nedenini benim de anlamadığım bir ısrarla, anneme Beşiktaş'a gidip balık almamız ve beslememiz gerektiğini söyledim. Neden özellikle balık almak istediğimi bilemesem de, 5 numaranın küçük kızı Eda'nın muhabbet kuşu Gülizar'la olan amansız mücadelesi ve bıkkınlığı, bana kuş hususunda gerekli gardı aldırmıştı. Eve döndüğümüzde hemen küçük akvaryuma su koyup, turuncu balığımın ağzını açıp kapama faaliyetlerini dikkatle izliyordum zira başka yaptığı birşey de yoktu. Gerçi ne yapabilirdi ki sonuçta küçük bir balıktı o. Sessizliği bile onu sevmeme yeterdi. Saatlerce ona küçük küçük yemler atıp izlemek bende adeta bir tutku haline dönüşmüştü. Özellikle haftaiçleri okuldan gelip, önlüğümüm yakasını çıkarmadan karşısına geçip ona kısa da olsa bakmak mutlulukların en güzeliydi belki de. Bir gün yıldızlı pekiyi aldığım saçma bir dersin sevinciyle eve geldiğimde, küçük turuncu balığımın artık yok olduğunu farkettim. Evde hüzün yoktu. Sonuçta o sadece bir balıktı ve ölebilirdi. Kendimle yaptığım ince hesapta, yemini çok kaçırıp çatlamasına sebep olabilme ihtimalini sorguladım. Olamazdı. Solungaç kullanma vadesi bu kadardı anlaşılan.. Yıkılmıştım. Ağlamamak için çabalasam da onunla olan gönül bağım buna müsaade etmemişti ve hikayem ;
"7 numaralı dairenin koca kafalı çocuğu Murat'ın, annesine yalvararak aldırdığı balığın ölümü sonrası Fatih Erkoç'tan "Ellerim Bomboş"dinleyip akvaryumun başında ağlama nöbetine girmesinden ibaretti artık".. 

Not: 7 Numaralı dairenin koca kafali çocuğu meğerse benim çok sevdigim insan Murat Yiğit'miş. Hikayemi okuyunca o da bunu yazip gönderdi. Izninle yayınlıyorum Murat. Tesekkur ediyorum, sevgiler :)

20 Ağustos 2015 Perşembe

Çocukluk Hezeyanları - 1 Ben Kuşlara Uymam




Kalabalıktan nefret ediyordum. Bir çocukken bile gürültü patırtıyı sevmiyordum. 5 yasında 'lütfen biraz sessiz olun' diyen bir çocuk düşünün. Ben düşündüm, hoşuma gitmedi. Kendi çocukluğumdan samimiyetsiz diye bahsetmek istemem ama hakikatten biraz samimiyetsizce. Sen 5 yasındasın lan ne sessiz olunu, gidip saçma sapan koltuk tepelerinde ziplasana.
Belki efendi bir çocuk oluşumdan belki yaradılışım gereği, çok ses çıkaran oyuncaklara bile tahammül edemiyordum fakat sevgili ailem bunu çok umursamamış olacak ki bana 90'li yılların sembolü olan bir adet muhabbet kuşu aldı. Kuşun adı neden bilmiyorum Gülizardı. Bir kuş için fazla iddialı olduğunun farkındayım ama ne bileyim gürültü yapmayan bir çocukmuşum sonuçta, hafiften bi sinsilik varmış baksanıza
Şimdi bu Gülizar böyle yeşilin her tonuna sahip yanağında pembe noktalar kafasında çizgiler olan tuhaf bir kuştu. Cinsiyetini bilmemekle birlikte umursamıyordum da.
Umursadığım tek şey iğrenç derecede ötmesiydi. Doğadaki kuş seslerine cıvıltı diyebiliyorken Gülizarınkine ölmek üzere olan kurbağa diyebilirdik en fazla.
Bir de bana vaadettikleri şey eğer ilgilenirsem Gülizar'ın konuşabilecek olmasıydı. La Fontaine'nin masallarından anladığım kadarıyla hayvanların konuşanı makbul değildi. Sürekli birbirlerine laf sokup, nasihat verme peşindeydiler. Bir an "Bugünün işini yarına bırakma" diyen bir Gülizar canlandı gözümde. Sevmedim.

Bir yandan da 7 numaralı dairenin koca kafalı çocuğu Murat'ın, annesine yalvar yakar aldırdığı balığı ölmüştü. Akvaryumun başında Fatih Erkoç'dan "Ellerim Bomboş"u dinleyip, ağlama nöbetlerine giriyor, bütün apartman sabahtan akşama kadar aynı kasedi dinliyorduk. Kütlesel olarak kendinden bile küçük bir canlıya bağlanıp, arabesk duygu devinimleri yaşamayı anlamıyordum. Bunun için çok ufaktım. Fatih Erkoç'dan, balıklardan ve Gülizardan nefret ediyordum. O koca kafalıyı biraz seviyordum. Korkunç bir yazdı.

Tam daha da korkucu olamaz derken; komşumuz tatile gidicez biz ayağına, "çapkiiiin" adli muhabbet kuşunu bize iteledi. Taramalı tüfek gibi aralıksız öten bir kuş düşünün. Yaşım biraz büyük olsa; evi terkedip ben de tatile gidicem ama evden bakkala bile gitmeye iznim yok.
Bizim Gülizar; o zamana kadar muhabbet kısmı eksik olan bir kuşmuş demek ki. Diğer yeşil kafalıyı görünce başladılar muhabbete. 3 gün boyunca gün ışığıyla başlayan muhabbetleri gecenin geç vakitlerine kadar devam etti.
Güya sorumluluk duygum gelişsin diye aldıkları kuş yüzünden sürekli başı ağrıyan orta yaş kadınlarına dönmüştüm.
Tam şikayet edecek gibi oluyordum, aklıma Gülizar'a iyi bakarsam babamın alacağı patenler geliyordu, vazgeçiyordum. Tam bir sinsi çocuk olduğumu söylemiş miydim?

Bir akşam çok fena yağmur bastırdı. Bizim Gülizar'la emanet kuş da balkondaydı. Yağmur suları kafeslerine gelir diye benim odama koyduk. Tepemde sürekli öten kuşlar, arada bir yatağıma düşen yem kabukları, gagasını tellere sürtünce çıkan o delirtici ses derken parktaki yazı geldi aklıma. "Çiçek dalında güzeldir. Bahçelievler Belediyesi"

E cicek dalında güzelse kuş da dalında güzeldir diye düşündüm. Hem zaten, kanatlı bir hayvan değil mi bu, uçması gerekirken neden kafeste oturup sağı solu gagalasın ki fikrinden yola çıkarak Gülizara "sen bir dakika bekle beybi" dedim ve Çapkın'ın kafesini açıp onu sonsuz maviliğe doğru gönderdim. Arkasına bile bakmadan uçtu gitti. Ben biraz daha dramatik bir veda olur sanmıştım. Olmadı.


Sabah babama "Gülizar gitmiş ama emanet kuş duruyor" dedim. Nasıl gitmiş diye soracağına "Üzülme, geri gelir" dedi.
Baba kedi mi bu geri gelsin demedim. Koca adam sonuçta vardır bir bildiği.
Ertesi hafta tatilden dönen komşumuz kuşunu isteyince annem, emanet kuş sandığı bizim Gülizar'ı verdi. Komşumuz, kafesin içine dikkatlice bakıp, "Çapkiiin, sen biraz zayıflamışsın" filan dese de uzun vadede mutlu olacağına emindim. Sonuçta aralıksız bir inatla oten ve saçma sapan zamanlarda "cici kujj" diyen bir kuştan kurtarmıştım onları. Zaten Çapkın'ın gidesi varsa benim suçum ne?


Hem Çapkin'in apartman boslugunda yakinlanip bizim eve kadar gelen sesinden, hem de Gülizar'dan kurtulmuştum kurtulmasına ama benim patenler ne olacaktı?  Bu gibi durumlardan dram çıkartmak gerekirdi. Ben de babam gelene kadar eldeki boya malzemeleriyle Gülizar'ın resmini çizmeye çalıştım. Doğru duygu sömürüsü hedeflenen patenleri getirir sanıyordum. Onun yerine yeni bir kuş getirdi. Adını Feriha koydum demek isterdim aslında ama böyle kötü espriler tarzım değildir. Adını koymadım.








17 Ağustos 2015 Pazartesi

Ekin'i Sevmek




Bir süredir kendimi salak yerine koymaya bayılıyorum. Bu bir nevi hobi gibi. Siz ahşap boyarsınız ben kendime yalan söylerim, siz birbirinize küçük oyunlar oynarken ben kendime oynarım. 
Ekin'in bana kabullenmemeyi öğrettiği günden beri, bişeyin tam tersi olmasını istiyorsam "Mış gibi" yapıyorum. 




Beni nasıl değiştirdiğine şaşırıyorsanız  şunu söyleyeyim bu dünyada Ekin'e değen ve değişmeyen hiç bir şey yok. Böyle söylediğimde inanmıyor, kimse benim kadar şapsal olamazmış. Bunlar tamamen benim gereksiz abartmalarımmış. Abartmak derken "K" yi her seferinde uzatıyor. Gülüyorum. 

Bir gün 102 tane renk saymaya çalıştık. Ben sadece gökkuşağındakileri sayabildim. 57.sinde sıkıldı. 102.yi bulamadı. İnatçı kırmızı diye birşey uydurdu. Öyle bir renk yok dedim. Kavga ettik. 
Sonra ben bir boya kataloğu bulup, kırmızının yanına inatçı yazdım da barıştık. 

Doğumgünümde bana şiir yazmıştı. Sonunda kafiye bile olmayan cinsten. Bari baş harflerine bakiyim belki, adım yazıyordur dedim Atopyed diye birşey çıktı. "Atopyed kim Ekin" diye sordum. Hintlilerin inanışına göre, şans getiren bi çeşit tanrıymış. Onlar ineklere tapmaz mıydı dedim. Eskiden öyleymiş..
Bu kez tartışmadık. 
Belki de dünyadaki tartışılmaz tek gerçeğin Ekin'le tartışmayı sevmediğim gerçeği olduğundan.. 
Tartışmadık. 

Ekin bu. 
Bazen çok neşeli olabilir, bir saat sonra her şeyden nefret edebilir, on dakika sonra annesini özleyebilir, beş dakika içinde bir yere yetişmesi gerekebilir ve sonraki hafta bambaşka biri olabilir. O buna büyümek diyor, bense haklısın diyorum. 



Böyle anlatınca hiç sevmediniz biliyorum. Tıpkı onun da beni hiç sevmediği gibi ama kabul edelim ki beni güzel eğitti. En önemlisi de önce biri tarafından sevilmemeyi sonra da seviliyormuş gibi davranmayı öğretti. 
"Tamam güzelim sana aşık ol demiyorum, olamiyosan olma ama sev. Kahve içmeyi, hiç takmadığın şapkalar almayı ve hatta sevmediğin halde seviyormuş gibi yaptığın kediler gibi işte yaa. Sev yani.. Sen sonbahar gibi boktan bi mevsimi seviyosun ama beni sevemiyosun öyle mi?" dedim bir gün ona. 
" Sen, seviyorum farzet. Bu, üzülmekten daha basit" dedi. Herhalde anlamışsınızdır. O öyle istiyorsa, ben de öyle yapardım.

Geçen ay taşınacağını söylediğinde de öyle yaptım.
Şu kalemi uzatır mısın der gibi söyledi. Ben de sanki "peki" der gibi "nereye" olduğunu sordum. Çok uzak bi yerler, planlar, hayaller sıraladı. Hepsini sevdim. Ekin'i sevip hayallerini sevmemek olmaz.. Şaşırmayışıma şaşırmadı. Beni sevmezken seviyormuş gibi yaptığımı bilirdi. Şimdi, o giderken de gitmezmiş gibi yapıyorum. Onu da biliyor. Dedim ya çok zeki kız. Kesin ileride master yapacak. 

14 Ağustos 2015 Cuma

Acıkmak Depresyonu Öldürür





Nasihat dinlemek dünyanın en zor işi. Kaç yaşında olursanız olun "ben o yollardan çok geçtim" "sen giderken ben dönüyodum" "amaan daha bunlar ne ki" insanlarını kaale almayı başaramıyoruz. 

2 yılın ardından sevgilim beni terketmişti. İlk aşk acısı. Geçmeyeceğini filan sanıyorsunuz ya işte o noktada nasihat insanları devreye giriyor. Söyleyecek bir sürü sözleri, verecek akılları, aktaracak tecrübeleri var. Onlar büyük siz küçük, onlar akıllı siz komple gerzek. Üzülmeyin ya zamanla geçecek. 
Mecbur bekliyorsunuz. 
Belki bin tane ayrılık hikayesi dinleyip, teselli bulmaya çalışıyorsunuz. Bazıları, "hatasını anlayıp tek taşla gelen erkek" gibi ütopik bir finalle bitiyor. Bazılarında da kız o kadar çok beddua ediyor ki, adam dayanamayıp ben bir kamyonun altında öleyim diyor. Anlayabildiğim kadarıyla hepsinin tek bir ana fikri var. Evlensen de, kamyonun altında kalsan da o acı bir gün bitiyor. 

Ben kalbimdeki bu garip burkulma hissiyle nasıl başedeceğimi bilmediğimden tuhaf  işler yapıyorum. Tahminime göre yeteri kadar zaman geçerse, pizza yiyebileceğim. Çünkü  acının en büyük sembolü açlık. Her kim bir şey yiyemez duruma gelirse, en büyük acıyı o çekiyordur. Ben de burdan hareketle her gün açlık durumuma bakıp, "yok daha geçmemiş, zamanı var" diyorum. 

Teselli ekibinde, en cok "zamanla geçecek" diyenleri seviyorum. Sonuçta umut vadeden bir şey zaman. 
Başlarda hiç şey yapmadan durursam zaman da duruyormuş gibi geliyordu. Teselli ekibinin birer birer kendi dertlerine dönmesiyle anladım ki zamanın ilerleyişinde hiç bir hükmüm olamıyormuş.

Onlar, zamanı bir şeyle ölçüyor ya hani. Üç dakikalık şarkıyla, gün batımıyla, haftasonuyla, ders zilinin çalmasıyla ya da işte  yürüme mesafesindeki durakla. Ben midemdeki boşlukla ölçüyordum, içimdeki boşluk hissi büyüyüp, bir nefeslik yer bile bırakmayalı kaç gün gecmişti bilmiyordum.
Herkes ölçüp biçtiği zamanla bir yere varıyor, ben hala acıkmayı bekliyordum. Aslında kalple mide arasında bağlantı kuranlar ne kadar da haklılar..

Bir sabah uyandığımda düşündüğüm ilk şey o değil de lahmacun olunca anladım ki ben iyileştim. Zaman artık normal seyrinde akabilirdi. Lahmacun kaç dakikada gelirdi?


Şimdi, kalbimi biri merdaneli makinaya atmış hissinin üzerinden yıllar geçti. Bu süreçte kalbim defalarca daha atıldı o makinaya. Bazen de ben bilerek attım ama kalp krizi gibi işte. İlkini atlatınca diğerlerinden de sağ çıkmayı başarıyorsun iyi kötü. 
Kimi zaman; mesela yılın muhtelif günlerinde, yine bir şarkılık mesafe oluyor merdaneli makinayla aramda. 
Nasılsa mesafeler var diyorum, üzerine düşmüyorum. 

Bu kez bir şarkı değil, küçük bir kız kapattı o mesafeleri. Benim acıkırsam iyileşeceğime inandığım yaşlarda, günlerce aynı şarkıyı dinlediğim için ilk kelimesinin anne yerine Ortaçgil olur sandığım yeğenim..



"Bülent Ortaçgil dinliyorum, kalbim çok acıyor" diye aradı.

"Zamanla geçer" diyecek oldum, sonra vazgeçtim. 
"Acıkınca geçer." dedim. 

"Ya hiç acıkmazsam?" 
"Acıkmazsan, büyüyemezsin"



12 Ağustos 2015 Çarşamba

Daha Yetkili Biriyle Görüşebilir miyim?




Cuma sabahının mutlu insanlarından biriydim. Herkes gibi sıraya girmiş, bir bardak kahve içebilmek için neden beklediğimi sorguluyordum. Sıra bir türlü ilerlemiyordu. 
Önlerden bir ses duyuldu. "Daha yetkili biriyle görüşebilir miyim?"

İşte oradaydı. O, lattesi yağsız sütten yapılmamış bir plaza kadınıydı. Bu gibi durumlarda on kaplan gücünde olurdu.
Plaza kadınlarını, kariyer basamaklarını elinde kahveyle tırmanan, klimalı ofislerinde her daim üşüyen, sürekli kilo aldıklarından şikayet eden, topuklu ayakkabılarla depar atabilen ve bir sorun karşısında daha yetkili biriyle görüşmek isteyen insanlar şeklinde özetleyebiliriz. 

Bizim plaza kadını ise kahve konusunda ekstra hassas olmalıydı. Bütün özürleri "siparişimi düzgün dinleseydin", "hayır yeniden yapılmasını bekleyemem", "şu an işe geç kalıyorum" türevi cümlelerle geciştiriyordu.

Geriye tek bir seçenek kalmıştı.
Mağaza müdürü.
Daha yetkili biriyle görüşülecek durumlar disinda bilgisayarında solitaire oynayan mağaza müdürü tüm bezginliğiyle kadının karşısındaydı. 

"Benimle görüşmek istediniz sanırım. Konu nedir?"

Karşısındaki yetkilinin bu bezginlikle hiç bir şey halledemeyeceğini farkeden kadın,  "Bu seninle çözülebilecek bir konu değil" diye başlayıp sonsuzluğa uzayan bir kaç cümle kurdu. 

Bezgin bey yıllar içinde tam bir plaza kadını savar olmuş olmalıydı. Sırada bekleyenlere "Ben bu olayı çözerim" bakışı atıp, kahveyi yanlış yapan çalışanını çağırdı.

- Sizi mağdur eden arkadaşımız bu muydu hanımefendi?

- Evet yani bir kahveyi bile doğru düzgün yapamıyorlar.

Bu ülkede kimin işini düzgün yaptığıyla ilgili bir nutuğa girişecekti ki daha yetkili kişi onu sırada bekleyenleri hatırlatarak durdurdu. 
"Şimdi hallediyorum" dedi. 

Plaza kadını hiç bir çözümden tatmin olamayacakmış gibiydi. Basit bir kahveyi kan davasına dönüştürmeyi başaran değişik bir hırsı vardı. 

Bizler; sırada bekleyen sıradan insanlarken, aniden birbirini gaza getiren öfkeli bir kalabalığa dönüşmüştük. 

"Şimdi hanımefendi.. Bu arkadaşın iş çıkışını veriyoruz. Böyle büyük bir hatayı kabullenemeyiz" 

Hepimiz gerilmiştik. Bir anda "cık cık cık" sesleri artmış, "ne gerek var canım", "bu haksızlık", "yazık yaaa" cümleleri duyulmaya başlamıştı. 

Kadın, kendini beklemediği yerden vuran yetkiliye inanamayan gözlerle bakıyordu. 
Bir anda destek beklercesine öfkeli kalabalığa döndü. "Ben böyle bir şey istemedim." diye bağırdı.

Yetkili kararlıydı. Mevzunun çok uzadığını belirterek, "Siz arkadaşımızdan şikayetçi oldunuz, biz de işine son veriyoruz." dedi. 

Plaza kadını tüm plazalığını bir kenara birakti. "Bakın, siz yanlış anladınız. Yani ben işine son verilsin demedim ki" 
Gittikçe kısılan ses tonundan bir pişmanlık havası seziliyordu. 
Son duyduğumuz şey "benim yüzümden işsiz mi kalacak" , "özür dilerim" cümleleriydi. 

Yetkili kişi; küçük cuma zaferini kutlamak için, yalandan kovduğu arkadaşının kafasına vurdu, "Bugün de yırttın Memet, düzgün dinle şu siparişleri" diyerek içeriye, yarım bıraktığı solitaire'nin başına döndü. 



Plaza kadısı ise; cuma sabahı güne kahvesiz başlamak zorunda kaldığı halde özür dilemesine bir anlam verememişti.
Muhtemelen bir daha hiç bir yetkiliyle görüşmek istemeyecekti. 



10 Ağustos 2015 Pazartesi

Fotoğraf Olmak





Iphone'larin markette satılmadığı bir yaz düşünün. "Bi de beni burda tek çek" cümlesi henüz komik değil, kimse okumadığı kitabı bacaklarına koyup instagram'da paylaşmıyor. Cemal Süreya ergenlerin diline düşmemiş. Öyle geçmişte bir yaz işte.. 
Biz fotoğraf makinamızı da almışız, dilini bilmediğimiz sokaklardayiz. Yaz hafifliği. Bir şarkı çalıyor, dinliyoruz. Bir rüzgar esiyor, burnumuzda güneş kremi kokusu, bir çiçek var adını ezberlemeye çalışıyoruz, denize giden en kestirme yolu buluyoruz, acayip bi yemek yerken yeni bir baharat keşfediyoruz sonra hemen unutuyoruz. Şaraptan anlıyormuş gibi yapiyoruz. Yeni bir kelime öğreniyoruz, cümle içinde kullanamıyoruz. 
Geceleri bekliyoruz. Yıldız kayarsa, pesinden koşup yakalarız diye. O kadar hafif bir yaz. 

Fotoğraf makinasi "biz buraya yabancıyız" demenin evrensel dili, tatil aksesuarı.. 

Sonra bir oyun oynamaya karar veriyoruz. İki makara filmimiz var. Birini ben bitireceğim senden habersiz, digerini sen. 
Ben sokak köpeklerini çekiyorum. Deniz kabuğu satan çocukları, dondurma arabasını, begonvilleri bir de hep mavi giyen kadını. Sen ne çektin bilmiyorum. Hala bilmiyorum. 

Ama ben son kareyi, dönüş yoluna saklıyorum. Bronzuz, mutluyuz, güzeliz, saçlarımız otel şampuanı kokuyor. 
Aklımıza ne geliyorsa artık gülmekten makina titriyor, flu oluyoruz ama yine de işte bir karede fotograf oluyoruz. 




O kareler hic bir zaman basılmıyor, yaz bitince çöpe atıyorum filmi. O zamanlar kızmıştın, o yazdan geriye bir kare bile fotografimiz olmadigi icin. Şimdi düşününce neden attığımı biliyorum. 
Yillar sonra, yaşayacağı kırgınlıklardan habersiz gülümseyen bir fotoğraf karesi olarak kalmak istemiyorum. Ben günden güne yaşlanırken, o fotoğraftaki kız bana inat hep genç kalsın istemiyorum. 

Sen kağıda basılmadıkça, anı biriktiremeyeceğini sanıyordun ya hani. Eminim hala hatirliyorsundur o yazı. Bir an gunes kremi kokusu gelince burnuna.