1 Haziran 2018 Cuma

Çok Konuşuyorsunuz


Yastığa başını koyunca uğultular oluşan insanların dönemi.
Uyumadan önce hayal kuramayan, gün içindeyse tek hayali uyumak olan insanların. 

Uğur mesela; tutturabildiği tek bölüm olduğu için çevre mühendisliği okumuş. Esenyurt Belediyesinde sabah 9 akşam 6 çalışıyor. Aslında müzisyen olmak istiyordu. Mesela, Haluk Levent'in bütün şarkılarını hiç bir akoru atlamadan çalabiliyor. 
''Hayat nasıl'' diye sorarsanız, '' Kafam rahat valla kardeşim, haftasonu dedin mi cumadan kaçıyorum'' diyor.
Kaçtığı yer her ne kadar Kumburgaz'daki dededen kalma apartman dairesi olsa da, o mutlu. 
90'ların sahil modasını günümüze taşıyan tek insan. Onu, yaz bitiminde omuzlarına pelerin gibi attığı ince kazağından tanıyabilirsiniz. 
Hayali olan mesleği yapamıyor olsa da, geçen gün iş yerinde mutsuz olan bir arkadaşına '' Sevdiğin işi yapacan aga. Hayat kısa, sevmediğin iş yapılmaz. Risk alacan riiiiiiiisk!'' gibi akıllar verirken görüldü.

Ya da Serap. Kendini bildi bileli evlenip, yuva kurmak isteyenlerdendi. 18 yaşında, staj için girdiği iş yerindeki maaşıyla kendine çeyiz takımı almıştı. Geçen yıl yazlık alınca, oraya götürdü. İki kızı, bir oğlu dışında bir de instagram'ı var. En büyük zevki stalk. Takip ettiği her ünlünün fotoğrafının altına '' Bu saç rengi nedir acabaa???'', '' Yeni bölüm ne zaman??'', '' Üzerinizdeki nerdenn??'' yazsa da henüz cevap aldığı olmadı. Geçen gün ''aaiiyy gördün mü Demet Akalın'ın son fotoğrafını'' diyen bir arkadaşına '' Sanane milletin hayatından. Ne zevk alıyorsun bütün gün bunları takip etmekten. Buna vakit ayıracağına, şu perdeleri yıka. Sapsarı olmuş vallahi!'' derken görüldü.

Aslı da öyle.. Çalıştığı reklam ajansına girebilmek için araya kimleri kimleri soktu. Pazar kahvaltısında masaya gelen hesabı ödeyebilmek için haftaiçi ne kadar manyak varsa hepsini idare etmesi gerekiyor. Haftanın üç günü parasını ödediği o spor salonuna gitmiyor, öğle aralarında soya sütlü lattesini içiyor, inanmazsın ama chia tohumuna bayılıyor, iş çıkışları mutlaka katılması gereken bir event oluyor ve muhattap olduğu her kadına “saçların şahane olmuş” “ayakkabılarına bayıldım” filan diyor. Sanırım, sosyal ilişkiler böyle yürüyor.
Bu yaz gittiği bir haftalık tatil dönüşü “İstanbul’dan uzak olmuyor valla. Alışmışız tabii insan özlüyor” derken görülse de, bir pazartesi sabahı fikrini sorsanız “Tek hayalim Ege’ye yerleşmek. Böyle bahçeli bir ev filan..” diyor. 

Murat desen iyi düşün iyi olsun felsefesini benimsemişçesine umutlu. “Kanatlı hayvan yetiştiriciliği, geleceğin mesleği” diyor. 
Lisede çok sevdiği basketbolun karın doyurmayacağına kanaat getirdikten sonra seçmiş bu bölümü. 
“Abi şu okul bitsin bak gör sen ne paralar var bu işte. Hiç olmadı dedemin o arazi var ya oraya koyarım bi kümes al sana mis gibi iş. Di mi lan” diye düşünüyor.
Bazı akşamlar, aynada öğrenci kredisinden aldığı paralar sayesinde yaptığı bira göbeğine bakarken aklına geliyor basketbol oynadığı günler.. Kendi kendine mırıldanıyor.. “Şu okul bi bitsin, çok değerlenecek bu iş çoook”

Ben mi ?
Ben, hepsini dinliyorum. 
Ama, ne bileyim..
Sanki.
Çok konuşuyorsunuz, hepsi boşa gidiyor.

8 Ocak 2017 Pazar

Steril Çocuk Buğlem




Steril Çocuk Buğlem




Buğlem ne demek bilmiyorum. Çok anlamlı ve pozitif bir karşılığı olduğuna eminim. Hakkında bildiğim tek şey sekiz yaşında ve üst katımızda oturuyor oluşu.
Bazı sabahlar annesi tarafından çekiştirilerek okul servisine bindirildiğini görüyorum. Bazı akşamlar da dedesiyle parktan dönerken. Günaydın ve iyi akşamlar dileklerini hiç eksik etmeyen, disipli bir çocuktu.
Geçen sabah annesi Buğlem’i bir kaç saatlik bırakıp bırakamayacağını sormak için kapıyı çaldı.
Ben bakımı zor her şeyin eşte dosta olması gerektiğine inanan bir insanım. Mesela tekne, mesela yavru kedi, mesela Buğlem.  Hayatta bir çok şeyin de uzaktan sevilmesi gerektiğini düşünüyorum. Mesela hamster, mesela Nutella, mesela Buğlem.
Tabii bunu, sizden kırk yılın başı bir iyilik isteyen komşunuza anlatamazsınız. Sosyal ilişkileri durduk yere bozmanın manası olmadığını düşündüğümden yüzümde Mona Lisa gülümsemesiyle “ Tabii tabii” dedim.
Ve Buğlem geldi. Daha doğrusu ve koca bir çanta yanına Buğlem’i de alıp geldi diyelim. Üşürse hırka, terlerse atlet, midesi bulanırsa ilaç, uykusu gelirse pijama, burnu tıkanırsa bilmem ne diye bir sürü şeyin kullanma talimatını dinledim.

“ Anlamadığın bir şey olursa, sor ” dedi Buğlem.
Anlamadığım şey annesiydi. Neden bir kaç saat içinde bu kadar şeye ihtiyaç duyabileceğimizi düşünüyordu. Bunu ona soramazdım tabii.
“ Burun şeysini anlamadım. O yüzden annen gelene kadar burnunu tıkamamaya çalış olur mu Buğlemciğim ” dedim.
 “ Ahh normalde tıkanmaz ama malum toza alerjim var. O yüzden getirdim. Annem, herkesin evi bizim gibi değil kızım. Biliyorsun tozlu ortamda nasıl tıkanıveriyor burnun dedi."

Eve çaktırmadan bir göz attım. O kadarcık tozun burun tıkamasına ihtimal vermedim.
“ Lavabonuz sterilse, kullanabilir miyim?” dedi.   
 Sekiz yaşında bana steril kelimesini cümle içinde kullan deseniz, legolarımla kovalardım sizi.
“ İnsan vücudu belli oranda mikrobu kaldırabilir Buğlemciğim. O kadar da korkmana gerek yok” dedim kendime kahve hazırlarken.
O portakal suyu ikramımı fresh olmadığı gerekçesiyle reddetmişti ama bana da eşlik etmek isterdi doğrusu. Öyleyse bir bardak ılık su rica edebilir miydi?
Uzunca bir süre ne kadar alerjik bir bünyesi olduğundan ve geçen bahar nasıl nefes alamadığından bahsetti. Konuşurken ellerini şakaklarına koyarak, gözlerini deviriyor ve “ O spreyleri kullanmazsam, başağrısı yapıyor” gibi cümleler kuruyordu.
Gerçekten sıkılmıştım.
“Okul nasıl gidiyor” sorum bile bir şekilde hastalıklara, mikroplara, burun spreyine bağlanıyordu. Okuldaki ortamı steril bulmuyordu, bazı çocukların yağlı ellerini saçlarına sürmesi, öksürürken peçete kullanmaması ve tuvaletten çıkınca ellerini yıkamaması gibi bir sürü mikrobik durumdan şikayetçiydi.
Sanki karşımda yetmiş yaşında bir teyze varmış gibi hissediyordum.
“ Televizyon izlemek ister misin Buğlem”
“ Maalesef izleyemem, dinlendirici gözlüğüm yanımda değil.”
İçimden, yarım saat gözlüksüz çizgi film izleyince kör olacağını mı zannediyorsun diye demek gelse de en anlayışlı surat ifademi takınıp, “Çok haklısın” dedim.



Altmış yaşından küçük kimsenin ilgisini çekmeyecek tıbbi vakalar anlatıp duran bu çocukla anlaşmama imkan yoktu.
Evet, belki ben anlaşamıyor olabilirdim ama babannem..
Babannem, seksenli yaşlarının en bel ağrılı çağlarını yaşayan, tıp dünyasındaki gelişmeleri ilgiyle takip eden, favori ilaç listesi olan tam bir eczane aşığıydı. Buğlem’in alerjik reaksiyonlarını keyifle dinleyeceğinden şüphem yoktu.

Beklediğim gibi de oldu. Bel ağrılarından, gripten korunmanın yollarına kadar oldukça medikal bir sohbet gerçekleştirdiler. Buğlem zaman zaman sıkılıp, oyuncaklarına hasretle baksa da hijyen konusunda onu destekleyen birini bana tercih ettiği belliydi.
Babannemin “Kızım sen nasıl yaşıyorsun bu toz toprağın içinde. Bak ufacık çocuk bile görüyor, ayy şuraların haline bak” sitemiyle kafamı gösterdiği yöne çevirdim.
İnsan o tepkiye karşılık, kovboy filmlerindeki gibi yerde yuvarlanan tozlar bekliyor.
O esnada Buğlem lafa girdi. “Ablacığım bir de hatırlatmak istiyorum ki, sanırım Domestos bitmiş. Çünkü banyoda göremedim de ehihihi”
Sanki belediye evime biri sekiz, diğeri seksen küsür yaşında olan teftiş ekibini göndermişti.
 “Tozlar muz kabuğunda geldi yemin ederim bak” diye kendimi savunmamı bekliyorlarmış gibi  yüzüme bakıyorlardı.
Kendi ruh sağlığım için onları biraz başbaşa bırakmaya karar verdim. 

Geri döndüğümde, Buğlem’i babannemle birlikte televizyon izlerken buldum. Ekranda bazı garip isimli otlardan ve onların faydalarından bahseden bir doktoru pür dikkat izliyorlardı.
Fırsatını bulmuş gibi atladım.
“Buğlemciğim, gözlüğün yok tatlım. İzleme istersen” içten içe sırıtıyordum.

Yüzüne beş kat büyük gelen gözlüklerle bana döndü ve “Ahh sağolsun babanne dinlendirici gözlüklerini verdi bana.”
Gerçekten şaşırmıştım.
Ufacık bir çocuğun bile benden daha prensip sahibi olmasına şaşırmıştım.
Eminim ki ileride benim gibi olmayacaktı. İradeli, ne istediğini bilen, sağlıklı beslenen, günde yalnızca bir fincan kahve içen, çavdar ekmeği tüketen, en güzeli de “asla” demeyi bilen bir kadın olacaktı.
Ben akıllanmazdım ama en azından hijyen konusunda Buğlem’i örnek alacağıma yemin ederek salondan çıktım. Arkamdan bağırdı.
“Nereye gidiyorsun?”

“Domestos alıp, geleceğim..”



13 Eylül 2016 Salı

Hiralar Ve Anneleri



Nereye baksam onları görüyordum. Uçakta, otobüste, yan masamda ve evet instagramımda..
O sesi nerde duysam tanıyordum.

"Hiraaaaağ yapma annecim bak abla rahatsız oluyor"
Bu cümleyi kurarak ablaya "ben uyarımı yaptım ama çocuk işte " mesajı veriliyor ve abla samimiyetsiz bi gülümsemeyle önüne dönüyordu. Bu sahne istinasiz böyleydi. 
Hiralarin bi suçu yoktu her şeyi abartmanın moda olduğu 2016 yılında doğmaktan başka. 
Ama anneleri çıldırmış gibiydi. Hira 1 yaşında yazılı pankarttan kafasını uzatan el kadar bebeğe kafasından büyük tokalar takıyor, prensesim büyüyor yazıp her açıdan çekilmiş milyonlarca fotosunu paylaşıyor, biraz ateşi çıksa nazar değdiren kem gözlülere bela okuyor ve dünyadaki en üstün varlığı doğurmuş olduklarına inanıyorlardı. 
Doğduğu günden itibaren her gün onlarca fotoğrafını likeladığım bir instagram bebesinin birinci yaş günündeydim. Evet bildiniz Hira 1 yaşında. 
Etraf epilepsi krizine yol açacak kadar parıltılı ve pembe. 
Sanki dev bir şeker hamurunun içindeymişim gibi nereye elimi atsam hamur. Hani şu kurabiye adı altında yapılan ama çıkarıp ayakkabını yesen daha lezzetli olan şeker hamurundan. 
En azından pasta iyidir diye düşünürken Hira ve pastası göründü. Daha doğrusu pasta Hira'nın beş katı büyüklüğünde olduğu için pasta ve Hira'nın kafasındaki tokanın bir kısmı göründü.
Bir anda telefonlar çıktı. İnsanlar hem poz verip, hem Hira'nın prenses elbisesini övüyor hem de bunu paylaşıyorlardı. Tam bir yetenek. Ben Hira'nin yerinde olsam bu kadar gürültü patırtıya ağlardim herhalde ama o bir prenses olduğu için ağlamadı. Kocaman tokası ve kat kat kıyafetinin içinde gayet sakindi. Kötü poz vermek istemiyordu herhalde. 
Fotograf çekme, ciçekilme faslı hiç bitmeyecek gibi uzamıştı. 
Sahtelikten içim sıkılmıştı. Kimsenin bir şey kutladığı filan yoktu. Sırf süs olsun diye hazırlanmış kurabiyelerin,
prenses olduğuna inandırılmaya çalışılan 1 yaşındaki bebekten daha fazla ilgi gördüğü bu saçmasapanlığa doğumgünü mü deniliyordu? 
Hediyemi verip, gitmeye hazırlanırken 4 yaşlarında bir çocuğun pastanın üzerindeki H harfini yemeye çalıştığını gördüm. 
Annesi cok kızdı.
"Eymen Ömer!! O yenmez annecim, biliyosun şeker hamuru cok zararlı."
Ve evet bazen 4 yaşında olmadığımız için söyleyemediğimiz şeyler olur ama üzülmeyin Eymen Ömer sizin yerinize de söylüyor..

"Yiyemeyeceksek neden pastanın üstünde?"



29 Nisan 2016 Cuma

Saflığıma Denk Gelme





Gecenin on ikisinde elimde iki poşet et soğuktan donmuş bir şekilde taksi arıyordum. 

Bu ancak bir gerilim romanının giriş cümlesi olabilir, farkındayım ama yeteri kadar safsanız kişisel tarihinize bir salaklık cümlesi yazmış olursunuz. 

Şimdi, bir insan sizi salak yerine koyuyorsa, bu onun adiliğidir. Bir insan sizi birden fazla kez salak yerine koyuyorsa hakkaten salak olma ihtimaliniz var. 

Benim talihsizliğim Gökhan gibi bir arkadaşa sahip olmamla başlamış olabilir. 
Gökhan, öğretilmiş tüm nezaket kurallarından uzak, insanın yerleşik düzenden önceki ilk hali gibidir. Neden hayatımdadir bilinmez. Nasıl girdiği ve neden çıkamadığı da ayrı bir yazı konusu olmakla birlikte kendisiyle ilgili bilinmesi gereken tek şey ilkel oluşudur. 

Deli gibi yağmur yağıyordu ve biz son seans bir filmden çıkmıştık. 
Film izledikten sonra insanın üzerine çöken ve yalnızca beş dakika sürebilen bir iyilik hali var ya hani. O beş dakika süresince dünyayi degistirebilirim sandığınız.. 
Ben de dünyayı değil ama Gökhan'ı değiştirebilirim sandım. 

"Yaaaa şu kedinin tipine baksana yazık ne biçim ıslanmış."
"Bırak şimdi kediyi, nerden taksi bulacağız onu söyle."
"Ama çok ıslanmış. Senin eve mi götürsek. Arkadaş olursunuz belki ehehhe"
" Offff şu şemsiyeyi versene sen bana. Boyun o kadar kısa ki gözümü çıkaracaksın. Heh taksi geldi bir tane" 
"Ama kedi?"
"Hala kedi diyo yaa.."
"Dur bir dakika. Sen bu kediye iki gün bak. Ben de seni Burcu'yla tanıştırayım. Nasıl anlaşma"
"Öyle diyorsan durum değişir tabii hehe"




Kedinin Gökhan'la imtihanının dördüncü günü filandı, gecenin bir saati telefonum çaldı.

"Beybi benim bir arkadasım var ismi Deniz. Sana çok yakın oturuyor. Adresi atacağım hemen oraya gitmen lazım. Benim bir emanet var da."
"Ne saçmalıyosun ya ne işim var bu saatte"
"Anlatacak vaktim yok ben şehir dışındayım. Kediyi Deniz'e verdim dönene kadar baksın diye. Kız ailesinin yanına gidecek, alman lazım yoksa zavallı kedim ölür açlıktan" 
"Allah Allah. Kedim filan diyosun.İsmi yok mu hala ehehe"
"Gidip alıcak mısın?"

Gecenin on ikisinde tanımadığım bir kızın kapısını çaldım. 
"Merhaba ben Eda. Gökhan'ın arkadaşıyım. Kedisini size bırakmış sanırım. Almamı rica etti. Müsait misiniz?"

"Kedisini bilmiyorum valla ama iki poşet et bıraktı bana almak istersen. Buzdolabında yeri yokmuş. Bir kaç gün kalsın dedi. Az önce de bir arkadaşım gelecek almaya diye aradı. İki dakika bekleyin getireyim hemen"

"Kedi?"

Elimde iki poşet et soğuktan donmuş bir şekilde taksi bekliyordum. Kafamda Gökhan'a edeceğim küfürler  hazırdı. 

"Alo. Gökhan? Duyuyo musun beni?"
"Süpriiiiiiiiiz. Nasıl beğendin mi? Haftasonu mangal partisine hazır mısın beybi"

"Allah belanı versin senin ya kedi diye gönderdin beni kızın kapısına kedi yok. Kedi nerde?"

"Tatlım bi sakin olsana yaa, senin kedi baya cins bişey çıktı bizim Eren'in nişanlısına sattım ehehehe yoksa nerden alacağım o kadar eti. Kızım sen var ya bitanesin he iyi ki taktın o kediyi peşime heheheh"

İki poşet et ve ben taksiden indik. O kadar mutluydu ki sesi ben de o insanlardan olmak istedim. Hayatta iki poşet et dışında hiç bir şeye bağlanmayan o insanlardan.. 

8 Mart 2016 Salı

En Kararsız





Karar verememeyi seviyorum. Sanki  uzun bir kuyruktaymışım da beklemekte olduğum şeyden her an vazgeçip başka bir sıraya geçebilirmişim gibi. 
Önümde sonsuz seçenekler uzanıyormuş da karar veremediğim her durumda hayat bana yeni seçenekler sunacakmış gibi. 
Yalan tabii bunlar, hayat bazen seçenek bile sunmuyor biliyorum ama böyle düşünmek kimseyle paylaşmadığım müddetçe sorun değil. 
Ne bileyim deli filan derler..

"İstediğimiz sorudan başlayabilir miyiz?"
"Arkadaşlar sormayın artık bunu evet dedim ya"

Şıklara baktım. Hiç biri doğru gibi gelmiyordu. Şairin burada anlatmak istediği şey 2016 yılında kara mizah gibi duruyordu. Memleketin göğü plazalardan görünmüyor, tarlalar hes projesine kurban gidiyor, kuşların diyarına üçüncü havalimanı yapılıyordu. Belki de şair bugünleri öngöremiyordu ama çalışmaya çalıştığım şirket on yıl sonra kendimi nerede gördüğümü soruyordu. 
Sıkıntıyla saatime baktım. Sigara içmek istiyordum. Şu zeka seviyemizle alay eden sınavı parçalayıp atmakla, sevimsiz bir işe başlamak arasındaydım. 
Soruya döndüm. Şair tarlası sarı olmayan bir memleketi yine de sever miydi merak ettim. 
Koca insanların canla başla şairin anlatmak istediğini, şıkların arasında arayışını izledim. Cevap orada yoktu ama bişey diyemedim. 
Kendi aramızda konuşmak yasak olduğundan bir tek kendime söyledim. 

"Pardon! Arkadaşım. Biz size mavi kalemle dolduracaksınız demedik mi? Dalga mı geçiyorsunuz yahu. Gören de ilkokul sınıfına gözetmenlik yapıyorum sanacak. Şaka gibisiniz!"

"Arkadaşlar. Bakın fısıldaşıyorsunuz. Çok basit sorular bunlar. Yapamıyorsanız çıkın"

"Daha işe alınmadan laubalilik yapan arkadaşların farkındayım. Gerekli işlemi yapıcam, az kaldı"

Kuşların göç yollarını düşündüm. Sahi bir çizgi film vardı. Hımbıl bir kazın yaban kazlarına katılıp göç etmesini anlatıyordu. Hiç bir zaman izleyemediğim son bölümünü merak ettim. Nils ailesine kavuştu mu hiç öğrenemedim. 

"Burası, okul değil. Kalemin bittiyse yedeğini alsaydın! Bu ne rahatlık, anlamıyorum"

"Siz hanımefendi! Evet evet siz, sınav kağıdınızı doldurmayacaksınız galiba"
"Kararsızım ben"
"Hangi soruda kararsız kaldınız. Buyrun isterseniz bana sorun ahahahah. Yok daha neler"
" Cahit Sıtkı Tarancı, memleket isterim derken İskoçya'yı mı tarif etmiş, emin olamadım"
"Dalga mı geçiyorsunuz?"
"Yooo sanırım, kaydırma yapıyorum. " 



Çıktığımda hissettiğim tek şey özgürlüktü. Kararsızlığımdan çoğu kez utanırım. Bu sefer bazı kararsızlıkların insana kanat taktığını, göç yollarının aslında hiç kapanmadığını farkettim. 
Evet belki bu coğrafyada linç kültürü asla bitmeyecek, sistem bizi zorlaya zorlaya parçalara ayıracaktı ama arada bir içimizdeki o "son kararım bu değil" diye bağıran sesi dinleyecektik..  


Not: Ömrümüzün sonuna kadar istediğimiz kadar kararsız kalalım, zaman zaman kaydırmalar yapalım ama hep hep özgür olalım. 8 Mart bütün ruhu kararlı, kararsız, güzel, çirkin, huysuz ve tatlı kadınlara gelsin. İyi ki varız. Dünyayı biz kurtaracağız ;)

17 Şubat 2016 Çarşamba

Hiç değişmemişsin

En sevdiğin pembe yalan nedir deseniz, önce "yalanın pembesi beyazı olmaz arkadaşım. Yalan yalandır." derim.
 "yaaa bırak bu klişeleri cevap ver" diye diretecekseniz uzatmam. 
Evet, favori yalanım, yeryüzündeki en başarılı, en pembiş, en çilek kokan ve kalpler çıkan
"Hiç değişmemişsin" yalanı. 
 
Fiziksel olarak söylendiğinde iltifat, kişilik olarak söylendiğinde "bir arpa boyu yol almamışsın" manasına gelen bu orta halli laf, nereye çekersen oraya gittiğinden olsa gerek, sıkça duyarız.


Geçen hafta filandı. Evren yine üzerime oynuyor. Böyle bir kotu enerjiler, bir ne giyse yakismazliklar filan derken son dönemin en kötü zamanlaması oldu ve eski sevgilimle karşılaştım. 
İnsanın eski sevgilisiyle karşılaşması cok olağan bir şeydir fakat marketin manav bölümünde en iyi patatesleri seçme savaşı verirken karşılaşması kötü talihin ta kendisidir. 
Ayni kötü kader kendisine son söz olarak "Sen değişmezsin" de dedirtmiştir. 
Yani evet ben de pek bir değişim göstermedim ama bunun talihle bir ilgisi yok. 
Patatesleri bırakıp acilen tropikal meyvelerin olduğu tarafa yöneldim. Olabilir. Patates değil de kivi almak daha havalı gibi gelmiş olabilir. 
Ayrıca ilk selam veren de kazanır. En azından bence. 
"Aaaa naber?" 
"Aaaa uzaktan tanıyamadım" 
"Yakından?"
"Efendim?"
"Yok yani ben de görünce şaşırdım bir an emin olamadım bla bla bla bla..."
"Augauahahja. Kivi mi?"
"Evet kivi. Senin kadar gülemedim ama olsun. Kivi."
"Patateslerin oldugu torbaya koyman komik olmuş. Hani arada kaynatmaya çalışıyormuşsun gibi Ahahahah."
"Yaa yok. Aslında...."
"Hadi hadi bırak kızım o ayakları hahaha sen var yaa seeen ne çakalsın belli değil."
"Hayır canım. Ben..."
"Kurnaza bak, patates fiyatına kivi alacak aklınca ahahahaa.."
Bir an neden eski olduğunu ve neden eski olarak kaldığını hatırlarsınız ya. İşte öyle..
Onu, yavşak şakalarıyla başbaşa bırakıp kaçmak isterken yine o cümle. 
"Hiç değişmemişsin.. Hala aynısın"
" Evet. Di mi. İnşallah sen biraz değişmişsindir. 


Tahmin ettiğiniz üzere yüzümde aniden beliren mona lisa gülümsemesiyle arkamı dönüp sislerin içinden elimde gariban patateslerimle yürüdüm yürüdüm yürüdüm. Fonda hepinizin shazamlamak isteyeceği o gaza getiren rock şarkı. 
Bari alt yazılar kaymasaydı. 



1 Şubat 2016 Pazartesi

İçimizdeki Sarışın




"Yalan söyleme şimdi. Senin de içinde yok mu omlet sarısı saçlarıyla kira yemek isteyen bir cadde kızı"
Dudaklarını yeni yaptırdığı için ne soylediğini anlayamıyordum ama buna yakın bir cümle kurmuştu. 
Tanıdığım en ciddi ve en esmer insandı. Dili geçmiş zaman eki kullanmış olmamın sebebi artık ölümüne sarışın ve kira yemek istiyor oluşuydu. 

Cemile, çocukluktan beri aynı sokakta yaşadığım çevremdeki en örnek insandı. Lise yıllarında hepimizi dünyaya yapacağı büyük katkılar konusunda inandırmış, 4 yaşında okumayı öğrenmiş,14 yaşında hobileri arasına moleküler kimyayı katmış, 24 yaşında ise saçlarını sarıya boyatmıştı. 
Başarı yolundaki tek adımı gece dişarı çıkabilmek için izin almak olan biz ergenlerin yanında Cemile'nin saçlarıyla ilgili tek derdi "kurutmak zaman alıyor"du.

Bol yıldızlı, pekiyili okul hayatının ardından stajını yaptığı ilaç firmasına okul birinciliği ile girmişti ve tahmin edersiniz ki dünyayi kurtarmaya hazırlanıyordu.
"Almanca önemli. Firmanın sahipleri Alman. Bu yaşıma kadar Almancamı neden ilerletmedim anlamıyorum"
"Sunum hazırlarken grafik yapmayı öğrendim. Böylece işler daha hızlı ilerliyor."
"Hasta olmak gibi bir lüksüm yok benim. İsleri kim yetiştirecek. Bence sen tembellikten, bu kadar hasta oluyorsun"
"Şirketin yılbaşı yemeğine katılmak mı? Dalga mı geçiyorsun sen. Zamanıma yazık"
"İşyerinde kullandığım bilgisayara evden ulaşarak haftasonları da çalışabiliyorum. Harika değil mi?"



Galiba harika değildi. Full başarılı geçen bir yılın sonunda hiç bir açıklama yapmadan, katkıları için teşekkür ederek, sarının her tonuna sahip bir stajeri kadroya aldılar.
Sarışın bütün şirket çalışanlarını Karaköy'de yeni açılan bir pub'a davet ederek kutlama yaptı. 
Cemile bu sayede instagram diye bir şeyin varlığından haberdar olup, Istanbul'un yükselen değerinin Karaköy olduğuna karar verdi. 
"Hiç bir şey anlamıyorum. Şirkette kimsenin adını bilmiyorum, instagram'dan likelamıyorum diye mi kadroya alınmadım."
"Tabii canim ben de günde on bardak kahve içip, dedikodulara katılmadım diye böylr oldu."
"Birak Allah aşkına yaa bu devirde sarışın ve salak olmak lazım. Kim bilir kimlerle fingirdedi."
gibi yakınmalari zamanla "Onlar kaybetti." ve son olarak "Saçlarımın rengini biraz açsam mı" ya dönüştü.
Evet yeni dünya düzeni kazanmıştı. Yeni dünya Cemile'yi de ele geçirmişti. 
"O kadar çalıştım da ne oldu. Artık rahat bir iş istiyorum. Kariyer bir yere kadar. Sence pilatese başlasam mı yaa. Ne dersin?"
Hayatında başarıya odaklanmiş insanların yaşayacağı türden bir depresyon yaşıyordu. Bizim normal halimiz o olduğundan anlamamız mümkün değildi. Bir süre kendi haline bırakmayı denedik. 
Keşke bırakmasaydık. 
Belki bırakmasaydık hayatta tanıdiğım en esmer ve en idealist insan olarak kalmaya devam edecekti. 



Ben sanki sorgulanacak tek şeymiş gibi "Peki neden sarı?" diye sordum. 
"Aaa sen bilmiyor musun. Küçükken sarışınmışım ben" dedi. 
Uzatmadım. 
Anladığım kadarıyla içindeki sarışın dünyaya katılacak bir şey kalmadığına inaniyordu.